Yaratıcılık,Türetmek, Toplumsal fayda…
Kızlarım Türk eğitim
sisteminin içinden geçmediler, ama onların arkadaşları Türk eğitim sisteminin
içindeydiler, içindiler.
Ben ise kendim (53
yaşındayım) ilkokulu İstanbul’da bitirip, sonradan Avusturya lisesinde eğitim
gördüm.
Dolayısıyla farklı
uygulamaları kendimin ve çocuklarımın, çocuklarımın arkadaşlarında gözlemleme
şansım oldu.
Büyük kızım (27 yaşında)
Viyana’da eğitim hayatına başladı, kreş, anaokulu, daha sonra Almanya’da 1. Ve
2. Sınıf Montessori ilkokulu ve ardından yine Alman müfredatının uygulandığı
Alman büyükelçiliği ve ona bağlı Alman lisesine devam etti.
Küçük kızım ise (17
yaşında) İstanbul’da doğdu. Anaokuluna gitmedi, mahallede oluşturduğum , daha
sonra dernekleştiğimiz oyunevinde, hem sitedeki hem de mahalleli çocuklarla bir aradaydı 5,5 yaşına kadar. 3 yaşında kısa bir süre Almanya’da bulunduğum
1 aylık sürede Waldorf anaokuluna gitti. 5,5 yaşında Alman büyükelçilik okulunun
hazırlık sınıfına ve ardından aynı okulun ilkokuluna devam etti, ve halen Alman
lisesinin 11. Sınıfında eğitimine devam ediyor..
Ben ise, 2002 den beri
ahşap oyuncaktan yola çıkarak oyunun, oyuncağın ve bunun eğitimle, sürdürülebilirlikle,
etkileşim-iletişim aracı olarak kullanılması ile ilgili çalışmaktayım. Bunu
kurumsal bazda önce Oyun, Sanat ve Zanaat derneği, ardından Alternatif Eğitim
Derneği ve 2008 den beri Gel Oyna ile
sürdürdüm
2011 den beri ise
T-istasyonu projesi, yine bu projeyle ilişkili “ Topaç Topi” sesli kitapları,
10x10X10 projesi ile hem bireysel hem de
toplumsal fayda odaklı çalışıyor, düşünüyor oyun- oyuncak, eğitim aracı çeşitliliği, ve farklı öğrenme yollarını
araştırıyor, ve aktarmaya çalışıyorum,
kendim de biraz oyuncak yapıyor, ve
oyun, oyuncak tasarlıyor, daha doğrusu var olandan yola çıkarak,
onu daha kullanışlı, çok amaçlı hale getirmeye çalışıyorum. Gerek kişisel, gerekse toplumsal fayda için
oyun, oyuncak, malzemeden yola çıkarak
üretmenin, türetmenin, etkileşimin önemini ve biçimlerini anlatıyorum.
(kimi zaman oyunla, kimi zaman izlediğim, gördüğüm videolar, okuduğum
yazılarla veya yaşanmışlıklarla)
“öğrendiklerimizi şayet ilişkilendirebiliyorsak,
ve öğrenmeyi kendi merakımızdan, ilgimizden, isteğimizden dolayı
gerçekleştirebiliyorsak” öğrendiklerimizi, deneyimlediklerimizi hafızamıza yerleştirir, daha kalıcı ve üretmeye,
türetmeye uygun, farklı amaçlarla tekrar tekrar kullanır hale getirebiliriz…
Bir taraftan ise
öğrendiklerimizin, deneyimlediklerimizin
, esinlendiklerimizin çok kişiye
fayda sağlayacak şekilde , toplumsal dayanışmaya, barışa yönelik olması için temeldeki düşünce biçimini aktarmaya yönelik
çalışmaların olması gerekli, özellikle günümüzde ve ülkemizde.
Öğrenilen sürdürülebilir
olmasında,” yaratıcı”,kullanım değeri yüksek, ürünler, hizmetler yaratmak hem devletlerin ve farklı kurumların teşvik ettiği, etmesi
gereken, hem de her bireyin arzuladığı bir durum..
O zaman nedir şu
yaratıcılık, inovatif düşünce ve bunun toplumsal faydaya dönüşmesi..
Yetişkinler açısından ele alalım, ve önce bir yazıyı göz atalım...
Yetişkinler açısından ele alalım, ve önce bir yazıyı göz atalım...
Yeniyi Üretmek Varolandan
Türetmekten Geçer!
“1970’lerdeki çocukluk yıllarımda kaçak yollardan
ülkemize gelen Japon ürünleri kullanılır, ardından da “aslında Japonlar bunu
Almanlardan/Amerikalılardan çalmışlar” diye konuşulurdu. Gazetelerde zaman
zaman Japonların Batılı ülkelerin ürünlerini birebir kopyalayıp üstüne kendi
markasını basıp sattığı haberleri yer alırdı. Bu haberleri duyduğumda kafamda
Japonlar hakkında olumsuz düşünceler oluştuğunu hatırlıyorum. Ardından,
1980’lerle beraber benzer haberlerin Çin, Güney Kore, Tayvan ve benzeri uzak
doğu ülkeleri için de tekrarlandığını hatırlıyorum. Bugün ise, daha sadece 30
yıl önce küçümsenen bu ülkelerin ürettiği yüksek teknoloji ürünleri birer
kalite ve prestij sembolü olmuş durumda. Başkalarının yaptığını kopyalamakla,
bilgi ve tasarım hırsızı olmakla itham edilen bu ülkeler bugün nasıl oldu da
batılı ülkelerden altta kalmayan, hatta bazen daha başarılı teknoloji
geliştirebilir seviyeye ulaştı?
- See more at:
http://www.egitimveegitim.com/soz_egitimcilerde/2552-doc_dr_selcuk_ozdemir.html#sthash.wk9fbXAj.dpuf
İnovasyon,
sıfırdan yepyeni, el değmemiş bilgi veya teknoloji geliştirmek demek değildir.
Varolan teknolojinin biraz daha verimli veya biraz daha işlevsel veya biraz
daha ergonomik veya biraz daha görseli güçlü veya biraz daha…. olmasını
sağlamak ileride çok daha verimli, işlevsel, ergonomik olmasını sağlayacaktır.
Buradaki anahtar nokta “yapmaya” başlamaktır. Çocuklarımızın mümkün olan en
erken yaşlardan itibaren temel bilimler başta olmak üzere tüm disiplinleri yine
başta bilişim teknolojileri olmak üzere farklı araç-gereçlerle beraber işe
koşarak yapma-üretme-türetme farkındalığı-bilgi ve becerisini kazanması ve
böylesine bir iklimde büyümesini sağlamak zorundayız.
-
See more at:
http://www.egitimveegitim.com/soz_egitimcilerde/2552-doc_dr_selcuk_ozdemir.html#sthash.wk9fbXAj.dpuf-
See more at: http://www.egitimveegitim.com/soz_egitimcilerde/2552-doc_dr_selcuk_ozdemir.html#sthash.wk9fbXAj.dpu3
Selçuk
Özdemir; inovatif ve yaratıcılık üzerine çok güzel bir analiz aktarmış. Fakat bana göre daha çok açması gerekir, çocuk aynı zamanda benim tabirimle T lerle öğrenir..yani takip eder (çoğu zaman yetişkini, veya büyüğünü, veya bir hayvanı, bitkiyi, sonra tutar, test eder o nesneyi, mesela , sonra taklit eder, tatbik eder...Yani çocuğun kurcalaması, keşfetmesi, esinlenmesi gereklidir. Bilişim beilcerilerinin ise erken yaşta verilmesi ize, çocuğun bilgisayar, tablet, telefon bağımlılığına sürükler, başka iletişim becerilerinin gelişmesini önler.
Pekiyi, cocuk
gelişiminde ve eğitimde de yaratıcılığın ortaya çıkması için neler yapmalıyız.?
Bu konuda da Egitimpedia’da güzel bir yazı var, oradan bir alıntı:
“O halde, yaratıcı bir
çocuk yetiştirmek için ne yapmak gerekiyor? Çocukları, eğitim sisteminde en
yaratıcı ilk yüzde beşe giren aileler ile çocukları herhangi olağandışı yaratıcılığa
sahip olmayan aileleri karşılaştıran bir araştırma yapıldı. Sıradan çocukların
ailelerinin, çocuklarının ders çalışma ve yatağa gitme saatlerinin belli olması
gibi ortalama altı kuralı bulunuyordu. Yaratıcı çocukların ailelerinin ise
ortalama kural sayısı birden azdı.
Yaratıcılığın beslenmesi
zor olabilir ama kösteklenmesi çok kolaydır. Ebeveynler kuralları sınırlayarak
çocuklarını kendileri adına düşünmeye yüreklendiriyorlardı. Harvard’da psikolog
olan Teresa Amabile, bu ailelerin, “belli kurallar koymaktansa ahlâki değerlere
vurgu yaptıklarını” söylüyor.
Öyle bile olsa, bu
ebeveynler kendi değerlerini çocuklarına zorla dayatmıyorlardı. Amerika’nın en
yaratıcı mimarlarını, çok becerikli ama özgünlüğü olmayan akranlarıyla
karşılaştıran psikologlar, yaratıcı mimarların ailelerinin özel bir yanı
olduğunu ortaya çıkarmışlardı: Bu ailelerde, “Kişinin kendi etik değerlerini
geliştirmesine vurgu yapılıyordu.”
İkincisi, insanları
binlerce saat alıştırmaya motive eden şey nedir? Bu sorunun en güvenilir
cevabı, doğal merak yoluyla keşfedilen ve bir ya da birçok
etkinlikle en başlarda keyifle
yaşanarak beslenen tutkudur.
Bulgular, yaratıcı
olmamızın bilgimizin ve deneyimimizin
sadece derinliğine değil, genişliğine de bağlı olduğunu
gösteriyor. Modada, en özgün koleksiyonları, dışarıda en çok zaman geçiren
modacılar üretiyor. Bilimde, Nobel Ödülü kazanmada tek amaçlı bir deha
olmaktansa pek çok şeyle ilgilenmek önemli oluyor. Nobel Ödülü kazanan bilim
insanları, sıradan bilim insanlarına göre yirmi iki kat daha fazla oyuncu,
dansçı ya da sihirbazlar; on iki kat daha fazla şiir, tiyatro oyunu ve roman
yazıyorlar; yedi kat daha fazla sanat ya da zanaat işleriyle ilgililer; iki kat
daha fazla bir enstrüman çalıyor ya da beste yapıyorlar.
Kimse bu parlak bilim
insanlarını sanatsal hobiler edinmeleri için zorlamıyor. Bu sadece onların
duydukları merakın bir yansıması. Bazen bu merak onların kafalarında şimşekler
çakmasını sağlıyor. “Görelilik kuramı sezgisel olarak geldi aklıma, bu sezginin
arkasındaki itici güç ise müzikti” diyor Albert Einstein. Annesi onu beş
yaşındayken keman derslerine başlatmıştı ama keman ilgisini çekmemişti. Müzik
sevgisi ancak ergenlik yaşlarında, müzik dersi almayı bıraktıktan ve Mozart’ın
sonatlarıyla tanıştıktan sonra ortaya çıkmıştı. “Sevgi, görev bilincinden daha
iyi bir öğretmendir” diyordu.
Yani, bir çocuğu yaratıcı
olması için programlayamazsınız. Belli bir başarı elde etmek için uğraşmayı deneyebilirsiniz
ama bunun sonucunda en iyi ihtimalle sadece hırslı bir robot elde etmiş
olursunuz. Çocuklarınızın dünyaya özgün
fikirler kazandırmasını istiyorsanız, onları sizin değil, kendi tutkularının
peşinden gitmeleri için rahat bırakmanız gerekiyor.”
Şimdi bu farklı yazıları
birbirleriyle ilişkilendirelim, bizim eğitim sistemimizi, oyun, oyuncakla
ilgili bildiklerimizle de bağlantılı olarak değerlendirelim.
Çocukların gelişimi için
Türkiye’de kısa bir zamandır Montessori eğitimi, Waldorf eğitimi, Reggio Emilia
eğitimi veren kurumlar var. Henüz anaokul
seviyesinde bu okullar. Ayrıca yetişkin eğitimi veriliyor.
Alternatif eğitim derneği
olarak biz de bu konularda seminerler, eğitimler düzenledik, benim küçük kızım
da Waldorf anaokuluna gitti kısa bir süre Almanya’da. Sonuçta geldiğim nokta,
eğitim sistemimizde yeni alternatif okullar açmaktan çok, mevcudu özenle çaba göstermekti.
Ayrıca bu metodların çıkışındaki temel düşünceyi göz ardı etmeden, onu
günümüze, bulunduğumuz topluma uyarlamak, bildiğimiz, deneyimlediğimiz,
öğrendiğimizle harmanlamak gerek.
Ben ise en çok çocuklarımın
eğitim müfredatı ve şeklini, yıllar arasındaki değişimi gözlemledim, Gel Oyna
ile binlerce çocuk, veli ve eğitmenle
temas halinde oldum. Ayrıca üretilen
oyunun, oyuncağın geniş yelpazesini tanıyıp, ve onun geliştirici etkileşimi de
sağlayıcı gücünü gördüm.
Yine Eğitimpedia’dan bir
yazıdan alıntı:
“arastirma-erken-yasta-akademik-egitimin-uzun-vadeli-zararlari-bulunuyor/
Örneğin
1970′lerde Almanya hükümeti, büyük çaplı bir “karşılaştırma” çalışması
yaptırdı. Bu araştırmada, 50 oyun odaklı anaokulu mezunu ile 50 akademik
derslerle eğitim veren anaokulu mezunu karşılaştırıldı.[2] Derslerden elde
edilen akademik kazanımlara rağmen akademik eğitim verilen anaokullarındaki
çocuklar dördüncü sınıfa geldiklerinde, kullanılan tüm ölçme yöntemlerinde,
oyun odaklı anaokullarından gelen çocuklara göre belirgin şekilde daha kötü bir
performans gösterdiler. Özellikle okuma ve matematikte daha az ileriydiler ve
sosyal ve duygusal olarak daha az gelişmişlerdi. Çalışmanın yapıldığı dönemde
Almanya, kademeli olarak geleneksel oyun bazlı anaokullarından akademik odaklı
olanlara geçiş yapıyordu. Kısmen bu araştırmanın sonucu yüzünden Almanya bu
eğilimi tersine çevirdi ve tekrar oyun odaklı anaokullarına dönüş yaptı.
Görünen o ki Alman eğitim otoriteleri, en azından o dönemde, günümüz Amerikan
otoritelerinden farklı olarak eğitim ile ilgili bilimsel araştırmaları dikkate
aldı ve onları eğitim uygulamalarını bilgilendirmek için kullandı.”
Şule
Şenol’un notu:
Oyun
ve sanat çocuğun kendini ifade biçimidir, aynı zamanda çocuğun somuttan soyuta
geçişine yol arkadaşlığı eder.
Empati,
arkadaşlık, sorumluluk gibi birçok şeyi çocuk oyun içinde öğreniyor. Çocuğun en
sevdiği ise genelde oyunun, masalın içinde de gördüğü, hayvanlar, ve diğer
canlılar, onlara merak hem bilimsel olana merakı, araştırmayı, keşfetmeyi,
disiplinlerarası öğrenmeyi teşvik
ediyor, hem de duygusal gelişimine de katkıda bulunuyor. Yani birinci yazı ve ardından olan yorumda olduğu gibi; şayet çocuk zengin oyun, oyuncak dünyasını, kullanabileceği malzemeleri, tüm duyuları ile keşfeder, örneğin ahşap oyuncak yelpazesindeki, veya çevresindeki estetiği, davetkarlığı görürse üretir, türetir.
İkinci yazıda ise şöyle denmektedir. Çocuklarınızın dünyaya özgün fikirler kazandırmasını istiyorsanız, onları sizin değil, kendi tutkularının peşinden gitmeleri için rahat bırakmanız gerekiyor.”
Çevreyi, malzemeyi keşfetmek, oynamak çocuğun en büyük tutkusudur..Bu keşifler tamamen içseldir çocuk için, çocuk doğrudan kendiliğinden oyunun içine girer, ya da nesneleri, canlıları dokunarak, koklayarak, ses çıkartarak, gözlemleyerek keşfeder,ilgi duyar, daha kolay somutlaştırır.
Çocuklar edinilmiş bilgiyi, somut olmayan bir bilgiyi somutlaştıramazlar, dolayısıyla bu bilgiler doğru bir şekilde içselleştirilemez, çocukları belirli kalıplar içinde düşünmeye sevk eder, hatta ileride dayatma bilgiyi de kabullenmeye sebebiyet verir.
İkinci yazıda ise şöyle denmektedir. Çocuklarınızın dünyaya özgün fikirler kazandırmasını istiyorsanız, onları sizin değil, kendi tutkularının peşinden gitmeleri için rahat bırakmanız gerekiyor.”
Çevreyi, malzemeyi keşfetmek, oynamak çocuğun en büyük tutkusudur..Bu keşifler tamamen içseldir çocuk için, çocuk doğrudan kendiliğinden oyunun içine girer, ya da nesneleri, canlıları dokunarak, koklayarak, ses çıkartarak, gözlemleyerek keşfeder,ilgi duyar, daha kolay somutlaştırır.
Çocuklar edinilmiş bilgiyi, somut olmayan bir bilgiyi somutlaştıramazlar, dolayısıyla bu bilgiler doğru bir şekilde içselleştirilemez, çocukları belirli kalıplar içinde düşünmeye sevk eder, hatta ileride dayatma bilgiyi de kabullenmeye sebebiyet verir.
Değerler
eğitimi kimi zaman oyunla, yaratıcı drama ile de veriliyor.
Değerler
eğitiminin ne zaman verilmesi gerektiği, özellikle yakın tarih, din,
vatanseverlik eğitimine dair değerlerin ne zaman ve ne şekilde verilmesine dair
dikkat edilmesi gereken hususlar var.
Nazi
dönemini yaşamış, bundan ders almış Almanya’daki müfredatta 11-12 yaşından
önce günümüzle ilişkilendirilecek bir
tarih eğitimi verilmiyor. Ama lise 1 ve lise 2 de politika dersi var, ve yakın
tarih de tartışılıyor, ama amaç orada aynı zamanda empati, duyarlılığı da
geliştirmek ve çok yönlü bakmaya teşvik et. Benim kızımın İngilizce dersinde
okuduğu “dalga” isimli bir tarih öğretmenin 15-16 yaşındaki öğrencileriyle
yaptığı tehlikeli oyunu anlatan, gerçek bir yaşanmışlık hikayesi de müfredatın
içinde örneğin. Çocukların gelişimsel tarafı dikkate alındığında lise 15
yaşlarındaki çocukların bana göre de
mutlaka okuması gerekiyor, veya filmini izlemesi.
Prof
Dr. Mesude Atay ise Evrensel gazetesindeki röportajda şöyle demektedir:
“Soyut
kavramları öğrenme 11-12 yaşından sonra gerçekleşir yani bilişsel sistemin tam
kapasite olarak çalışmaya başladığı düşünme becerilerinin daha karmaşıklaştığı
yaş diyebiliriz. Çocuklar soyut kavramları, somut kavramlarla ilişkilendirerek
yeni bir takım kavramlar üretmeye başlarlar. Dolayısıyla din olgusu içinde yer alan soyut kavramlar, vicdan,
özgürük, vatan, ahlak, yurtdaş gibi diğer soyut kavramlar da 12 yaşından sonra
çocuk tarafından anlamlandırılmaya başlar. Yalnız bu noktada, din öğretimi ve
din eğitimi kavramlarının ayrı tanımları ve anlamları olduğu unutulmamalıdır.
Din eğitimi sağlıklı aile yapısı içinde çocuğun, aileyi ve yakın çevresini
gözlemleyerek, yaşayarak, katılarak, son derece keyifli, korkuya dayanmayan,
aile içi ve yakın çevrede aldığı eğitimidir.”
Ayrıca
Yaratıcı
Drama eğitmeni, Eğitimpedia yazarı Müşdat Ataman’ın yorumu:
Müjdat
Ataman ve Değerler Eğitimi
Eğitim alanında sosyal medyada yapılan
bir tartışmada değerler eğitimi tartışılırken, değerler eğitimini kendi bakış
açımla eleştirip kimin değerlerine göre eğitim vereceğimizi sormuştum. Kimi din
eğitimini mümkün olabildiğince erken yaşta vermeye çalışıyorken, kimi hiç din
eğitimi olmamasını savunuyorken, kimi Atatürkçülük konularını her dersin içine
yedirmeye çalışırken kimi bu konuların müfredatta belirli derslerde olmasını
savunuyorken, kiminin erkek egemen dille hiçbir sorunu yokken kimi ötekilerin
hakları konusunda mücadele ediyorken, kimi Nazım derken diğeri Necip Fazıl diye
bastırıyorken, kimi Suriyelileri ülkede istemiyor kimi de Suriyeli çocukların
eğitimi için çabalıyorken, memleket olarak herkes tarafından aynı şekilde
sevilen ve değer verilen ortak bir sanatçımız bile yokken hangi değerlerin
eğitimine kucak açmalıyız?
Değer kavramı çeşitli olaylar, olgular
ve düşünceler karşısında bireylerin tepki ve düşünce birliği olarak belirtilir.
Ülke olarak olaylar karşısında ortak tepkilerimizi ve ortak düşünce
birlikteliklerimizi uzun süre önce yitirdik sanırım. Herkesin herkese düşman
olduğu, herkesin herkesi ‘öteki’ olarak gördüğü bugünlerde toplumsal
uzlaşılarımızın olmadığı değerleri çocuklara sunmaya çalıştığımızda, sosyal
medyada karşılaştığımız gibi ortaya korkunç bir tablo çıkabilir.
Ülkenin politikacıları birbiri için
atıp tutabilirler, istediği gibi savaş çığırtkanlığı yapabilir, siyasiler kendi
içinde istediği gibi nefret söyleminde bulunabilir. Halkın temsilcileri olan
milletvekilleri bir diğerinin yok olmasını da isteyebilir. Bu sürtüşmelere ve
tartışmalara gazeteciler, ekonomistler, kahvedekiler, işi eğitim olmayan herkes
istediği biçimde katılabilir. Biz eğitimciler ise okulun girişinde durmalı ve
politik görüşümüzü okulun dışında bırakarak içeri girmeliyiz.
Ülkemizdeki öğretmenlerin içinde Türkü,
Kürtü, Ermenisi, Arabı, Çerkesi, Kafkası, Alevisi, Sunnisi, Hristiyanı, Protestanı,
CHP’lisi, AKP’lisi, HDP’lisi, MHP’lisi, Yeşiller Partilisi, Erzurumlusu,
Tekirdağlısı, Hataylısı, Tokatlısı, Diyarbakırlısı var. Her öğretmen kendi
inanış, değer ve politik görüşünü öğrencilerine aktarmaya çalışırsa, bu görüş
çerçevesinde sınıflarda sevmediği bir diğer görüşe inanan insanlarla ilgili
nefret söylemine devam ederse, gelecekte dili, dini, ırkı ne olursa olsun bu
ülkede barış içinde yaşayacak çocuklar hayal olacak.
Biz çevremizi sahip
olduğumuz değerlere göre algılıyor ve yargılıyoruz. Kişisel yaşantımızı da bu
değerlere göre sürdürüyoruz. Eğitimci kimliğimizi ise kişisel değerler üstüne
değil, evrensel değerler üstüne kurmalı ve okulda bunu yansıtmalıyız. Evrensel değerlerden vazgeçmek demek
birlikte kardeşçe yaşayacağımız günlere veda etmek demektir. Robert
Edgerton evrensel değerler konusunda çalışmış, tarihte yaşamış üç yüz
kadar uygarlığı incelemiş, bu uygarlıklar içerisinde kültürleri evrensel
değerlerden yoksun olanların zaman içinde yok olduğu sonucuna varmıştır" Müjdat AtmanŞule Şenol'un notu:
Erken yaşlarda dini, milli
değerleri öğretmeye çalışmanın, çocuğun bilinçli olmadan bir aidiyete
tutunmasına, sebebiyet verir, çocuk Allah ve cezalandırma korkusu ile başa
çıkmak zorunda kalabilir, milli değerlere bağlanayım derken evrensel
değerlerle ilişkisini zor kurar, tek tipciliği, tek tarafcılığı, tek
liderciliği, tek adamcılığı anlayamasa da bunu ifade edemez , çocukların rol modele hep ihtiyaçları vardır, bu ailede anne, baba, okulda öğretmen olur, çocuklar ona anlatılan lidere tapar .
ve çevresindeki herkesin taptığı düşüncesinde olduğu için taptığını zanneder Oysa sürekli kendi keşfeden çocuk, detayları görür, açık uçlu kavrar, öğrenir, öğrendiğini kullanır ve üstüne çocuklarda zaten var olan merak da eklenince öğrendiğini pekiştirmeye, analiz etmeye hatta ileri yaşlarda sentezlemeye başlar.
Erken yaşlarda somutlaştıramadığı bilgiyi edinen çocuk ise merak etmez, yaratıcılığını da geliştirebilmek için kullanamaz, fakat kabullenir ve -ki bence bu en önemlisi- ileride edinilmiş otorite olarak gördüğü tarafından empoze edilmiş, dayatılmış bilgiyi kabullenmeye ikna olur, çünkü henüz anaokul, ilkokula çağında somutlaştıramayacağı bir değerler eğitiminin parçası olur.
ve çevresindeki herkesin taptığı düşüncesinde olduğu için taptığını zanneder Oysa sürekli kendi keşfeden çocuk, detayları görür, açık uçlu kavrar, öğrenir, öğrendiğini kullanır ve üstüne çocuklarda zaten var olan merak da eklenince öğrendiğini pekiştirmeye, analiz etmeye hatta ileri yaşlarda sentezlemeye başlar.
Erken yaşlarda somutlaştıramadığı bilgiyi edinen çocuk ise merak etmez, yaratıcılığını da geliştirebilmek için kullanamaz, fakat kabullenir ve -ki bence bu en önemlisi- ileride edinilmiş otorite olarak gördüğü tarafından empoze edilmiş, dayatılmış bilgiyi kabullenmeye ikna olur, çünkü henüz anaokul, ilkokula çağında somutlaştıramayacağı bir değerler eğitiminin parçası olur.
Ve bu ilerideki yaşlarda
devam eder, ona dayatılanı analiz etmez,
doğruluğunu veya uygunluğunu sorgulamaz, dar çerçevede düşünür, bu da özgür
ve yaratıcı düşünceye de zarar verir,
şekilciliğin esiri olur veya olabilir, çeşitlilik, çok seslilik
yerine, hep bir ağızdan tek sesliliği benimser, büyük partilere, büyük
gruplara, büyük STK lara eklemlenir, kendi sesini de duyurabileceği ufak
yapılanmalar, örgütlenmeler oluşturmaya çaba sarf etmez..O büyük yapıların
içindeki hiyerarşiden dolayı da kendini mutlu ve umutlu hissetmez.
Oysa
çocuk önce oyun içinde öğrenir, hayvanı, ağacı, çiçeği, bitkiyi sever, “ucu
açık” ama bilimseldir çocuğun öğrendiği ve öğrenme şekli, bir öğretiden çok,
biyoloji, doğa, çocuğun her zaman sevdiği, duyumsadığı, yaşayarak, tüm duyuları ile algıladığı, yaparak da
deneyimlediği, keşfettiği, araştırdığı,ilişkilendirdiği bilimi de dolayısıyla somutlaştırarak öğrendiği, müfredat temaları olmalıdır, iyiyi kötüyü
çocuk oyunla, dramayla, masalla öğrenir, duygularını, kendini oyunla, sanatla da ifade eder.
Bana göre değerler eğitimi
ayrı bir ders olarak verilmemelidir, öğretmenin kişisel bakış açısını ister
istemez aktaracağı bir eğitimdir değerler eğitimi. Ama yakın çevreyle, aileyle,
arkadaşlarla ilişkiler, duyarlılıklar küçük
yaşta öğrenilebilir. Afrika’da
çocukların açlık çekip yaşamlarını yitirdiğini anlattığınızı, çocuğun bunu kavradığını
düşünürsünüz, ama içselleştirmesi mümkün değildir, ancak yakınında böyle bir
vaka gözlemlerse farkına varır. İşte zaten bunlardan dolayı da örneğin çatışma
bölgelerinde yaşayan çocukların travma yaşadıklarını bilerek, onlarla oyunla,
sanatla terapötik çalışmalar yapılmalıdır.
Şule Şenol
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder