19 Ocak 2017 Perşembe

Yaratıcılık, Türetmek, Toplumsal fayda..

Yaratıcılık,Türetmek, Toplumsal fayda…
Kızlarım Türk eğitim sisteminin içinden geçmediler, ama onların arkadaşları Türk eğitim sisteminin içindeydiler, içindiler.
Ben ise kendim (53 yaşındayım) ilkokulu İstanbul’da bitirip, sonradan Avusturya lisesinde eğitim gördüm.
Dolayısıyla farklı uygulamaları kendimin ve çocuklarımın, çocuklarımın arkadaşlarında gözlemleme şansım oldu.
Büyük kızım (27 yaşında) Viyana’da eğitim hayatına başladı, kreş, anaokulu, daha sonra Almanya’da 1. Ve 2. Sınıf Montessori ilkokulu ve ardından yine Alman müfredatının uygulandığı Alman büyükelçiliği ve ona bağlı Alman lisesine devam etti.
Küçük kızım ise (17 yaşında) İstanbul’da doğdu. Anaokuluna gitmedi, mahallede oluşturduğum , daha sonra dernekleştiğimiz oyunevinde, hem sitedeki hem de mahalleli  çocuklarla bir aradaydı 5,5 yaşına kadar.  3 yaşında kısa bir süre Almanya’da bulunduğum 1 aylık sürede Waldorf anaokuluna gitti.  5,5 yaşında Alman büyükelçilik okulunun hazırlık sınıfına ve ardından aynı okulun ilkokuluna devam etti, ve halen Alman lisesinin 11. Sınıfında eğitimine devam ediyor..
Ben ise, 2002 den beri ahşap oyuncaktan yola çıkarak oyunun, oyuncağın ve bunun eğitimle, sürdürülebilirlikle, etkileşim-iletişim aracı olarak kullanılması ile ilgili çalışmaktayım. Bunu kurumsal bazda önce Oyun, Sanat ve Zanaat derneği, ardından Alternatif Eğitim Derneği ve 2008 den beri Gel  Oyna ile sürdürdüm
2011 den beri ise T-istasyonu projesi, yine bu projeyle ilişkili “ Topaç Topi” sesli kitapları, 10x10X10 projesi  ile hem bireysel hem de toplumsal fayda odaklı çalışıyor, düşünüyor  oyun- oyuncak, eğitim aracı  çeşitliliği, ve farklı öğrenme yollarını araştırıyor, ve  aktarmaya çalışıyorum, kendim de biraz oyuncak yapıyor, ve  oyun, oyuncak tasarlıyor, daha doğrusu var olandan yola çıkarak, onu daha kullanışlı, çok amaçlı hale getirmeye çalışıyorum.   Gerek kişisel, gerekse toplumsal fayda için oyun, oyuncak, malzemeden yola çıkarak  üretmenin, türetmenin, etkileşimin önemini  ve biçimlerini   anlatıyorum.  (kimi zaman oyunla, kimi zaman izlediğim, gördüğüm videolar, okuduğum yazılarla veya yaşanmışlıklarla)

“öğrendiklerimizi  şayet ilişkilendirebiliyorsak, ve öğrenmeyi kendi merakımızdan, ilgimizden, isteğimizden dolayı gerçekleştirebiliyorsak” öğrendiklerimizi, deneyimlediklerimizi  hafızamıza  yerleştirir, daha kalıcı ve üretmeye, türetmeye uygun, farklı amaçlarla tekrar tekrar kullanır hale getirebiliriz…
Bir taraftan ise öğrendiklerimizin, deneyimlediklerimizin  , esinlendiklerimizin  çok kişiye fayda sağlayacak şekilde , toplumsal dayanışmaya, barışa  yönelik olması için temeldeki  düşünce biçimini aktarmaya yönelik çalışmaların olması gerekli, özellikle günümüzde ve ülkemizde.
Öğrenilen sürdürülebilir olmasında,” yaratıcı”,kullanım değeri yüksek, ürünler, hizmetler  yaratmak hem devletlerin  ve farklı kurumların teşvik ettiği, etmesi gereken, hem de her bireyin arzuladığı bir durum..
O zaman nedir şu yaratıcılık, inovatif düşünce ve bunun toplumsal faydaya dönüşmesi..
Yetişkinler açısından ele alalım, ve önce bir yazıyı göz atalım...
Yeniyi Üretmek Varolandan Türetmekten Geçer!
“1970’lerdeki çocukluk yıllarımda kaçak yollardan ülkemize gelen Japon ürünleri kullanılır, ardından da “aslında Japonlar bunu Almanlardan/Amerikalılardan çalmışlar” diye konuşulurdu. Gazetelerde zaman zaman Japonların Batılı ülkelerin ürünlerini birebir kopyalayıp üstüne kendi markasını basıp sattığı haberleri yer alırdı. Bu haberleri duyduğumda kafamda Japonlar hakkında olumsuz düşünceler oluştuğunu hatırlıyorum. Ardından, 1980’lerle beraber benzer haberlerin Çin, Güney Kore, Tayvan ve benzeri uzak doğu ülkeleri için de tekrarlandığını hatırlıyorum. Bugün ise, daha sadece 30 yıl önce küçümsenen bu ülkelerin ürettiği yüksek teknoloji ürünleri birer kalite ve prestij sembolü olmuş durumda. Başkalarının yaptığını kopyalamakla, bilgi ve tasarım hırsızı olmakla itham edilen bu ülkeler bugün nasıl oldu da batılı ülkelerden altta kalmayan, hatta bazen daha başarılı teknoloji geliştirebilir seviyeye ulaştı?
- See more at: http://www.egitimveegitim.com/soz_egitimcilerde/2552-doc_dr_selcuk_ozdemir.html#sthash.wk9fbXAj.dpuf
İnovasyon, sıfırdan yepyeni, el değmemiş bilgi veya teknoloji geliştirmek demek değildir. Varolan teknolojinin biraz daha verimli veya biraz daha işlevsel veya biraz daha ergonomik veya biraz daha görseli güçlü veya biraz daha…. olmasını sağlamak ileride çok daha verimli, işlevsel, ergonomik olmasını sağlayacaktır. Buradaki anahtar nokta “yapmaya” başlamaktır. Çocuklarımızın mümkün olan en erken yaşlardan itibaren temel bilimler başta olmak üzere tüm disiplinleri yine başta bilişim teknolojileri olmak üzere farklı araç-gereçlerle beraber işe koşarak yapma-üretme-türetme farkındalığı-bilgi ve becerisini kazanması ve böylesine bir iklimde büyümesini sağlamak zorundayız.
- See more at: http://www.egitimveegitim.com/soz_egitimcilerde/2552-doc_dr_selcuk_ozdemir.html#sthash.wk9fbXAj.dpuf- See more at: http://www.egitimveegitim.com/soz_egitimcilerde/2552-doc_dr_selcuk_ozdemir.html#sthash.wk9fbXAj.dpu3

Selçuk Özdemir; inovatif ve yaratıcılık üzerine çok güzel bir analiz aktarmış. Fakat bana göre daha çok açması gerekir, çocuk aynı zamanda benim tabirimle T lerle öğrenir..yani takip eder (çoğu zaman yetişkini, veya büyüğünü, veya bir hayvanı, bitkiyi, sonra tutar, test eder o nesneyi, mesela , sonra taklit eder, tatbik eder...Yani çocuğun kurcalaması, keşfetmesi, esinlenmesi gereklidir. Bilişim beilcerilerinin ise erken yaşta verilmesi ize, çocuğun bilgisayar, tablet, telefon bağımlılığına sürükler, başka iletişim becerilerinin gelişmesini önler. 
Pekiyi, cocuk gelişiminde ve eğitimde de yaratıcılığın ortaya çıkması için neler yapmalıyız.? Bu konuda da Egitimpedia’da güzel bir yazı var, oradan bir alıntı:
 “O halde, yaratıcı bir çocuk yetiştirmek için ne yapmak gerekiyor? Çocukları, eğitim sisteminde en yaratıcı ilk yüzde beşe giren aileler ile çocukları herhangi olağandışı yaratıcılığa sahip olmayan aileleri karşılaştıran bir araştırma yapıldı. Sıradan çocukların ailelerinin, çocuklarının ders çalışma ve yatağa gitme saatlerinin belli olması gibi ortalama altı kuralı bulunuyordu. Yaratıcı çocukların ailelerinin ise ortalama kural sayısı birden azdı.
Yaratıcılığın beslenmesi zor olabilir ama kösteklenmesi çok kolaydır. Ebeveynler kuralları sınırlayarak çocuklarını kendileri adına düşünmeye yüreklendiriyorlardı. Harvard’da psikolog olan Teresa Amabile, bu ailelerin, “belli kurallar koymaktansa ahlâki değerlere vurgu yaptıklarını” söylüyor.
Öyle bile olsa, bu ebeveynler kendi değerlerini çocuklarına zorla dayatmıyorlardı. Amerika’nın en yaratıcı mimarlarını, çok becerikli ama özgünlüğü olmayan akranlarıyla karşılaştıran psikologlar, yaratıcı mimarların ailelerinin özel bir yanı olduğunu ortaya çıkarmışlardı: Bu ailelerde, “Kişinin kendi etik değerlerini geliştirmesine vurgu yapılıyordu.”
İkincisi, insanları binlerce saat alıştırmaya motive eden şey nedir? Bu sorunun en güvenilir cevabı, doğal merak yoluyla keşfedilen ve bir ya da birçok etkinlikle en başlarda keyifle yaşanarak beslenen tutkudur.
Bulgular, yaratıcı olmamızın bilgimizin ve deneyimimizin sadece derinliğine değil, genişliğine de bağlı olduğunu gösteriyor. Modada, en özgün koleksiyonları, dışarıda en çok zaman geçiren modacılar üretiyor. Bilimde, Nobel Ödülü kazanmada tek amaçlı bir deha olmaktansa pek çok şeyle ilgilenmek önemli oluyor. Nobel Ödülü kazanan bilim insanları, sıradan bilim insanlarına göre yirmi iki kat daha fazla oyuncu, dansçı ya da sihirbazlar; on iki kat daha fazla şiir, tiyatro oyunu ve roman yazıyorlar; yedi kat daha fazla sanat ya da zanaat işleriyle ilgililer; iki kat daha fazla bir enstrüman çalıyor ya da beste yapıyorlar.
Kimse bu parlak bilim insanlarını sanatsal hobiler edinmeleri için zorlamıyor. Bu sadece onların duydukları merakın bir yansıması. Bazen bu merak onların kafalarında şimşekler çakmasını sağlıyor. “Görelilik kuramı sezgisel olarak geldi aklıma, bu sezginin arkasındaki itici güç ise müzikti” diyor Albert Einstein. Annesi onu beş yaşındayken keman derslerine başlatmıştı ama keman ilgisini çekmemişti. Müzik sevgisi ancak ergenlik yaşlarında, müzik dersi almayı bıraktıktan ve Mozart’ın sonatlarıyla tanıştıktan sonra ortaya çıkmıştı. “Sevgi, görev bilincinden daha iyi bir öğretmendir” diyordu.
Yani, bir çocuğu yaratıcı olması için programlayamazsınız. Belli bir başarı elde etmek için uğraşmayı deneyebilirsiniz ama bunun sonucunda en iyi ihtimalle sadece hırslı bir robot elde etmiş olursunuz. Çocuklarınızın dünyaya özgün fikirler kazandırmasını istiyorsanız, onları sizin değil, kendi tutkularının peşinden gitmeleri için rahat bırakmanız gerekiyor.
Şimdi bu farklı yazıları birbirleriyle ilişkilendirelim, bizim eğitim sistemimizi, oyun, oyuncakla ilgili bildiklerimizle de bağlantılı olarak değerlendirelim.
Çocukların gelişimi için Türkiye’de kısa bir zamandır Montessori eğitimi, Waldorf eğitimi, Reggio Emilia eğitimi  veren kurumlar var. Henüz anaokul seviyesinde bu okullar. Ayrıca yetişkin eğitimi veriliyor.
Alternatif eğitim derneği olarak biz de bu konularda seminerler, eğitimler düzenledik, benim küçük kızım da Waldorf anaokuluna gitti kısa bir süre Almanya’da. Sonuçta geldiğim nokta, eğitim sistemimizde yeni alternatif okullar açmaktan çok, mevcudu özenle çaba göstermekti. Ayrıca bu metodların çıkışındaki temel düşünceyi göz ardı etmeden, onu günümüze, bulunduğumuz topluma uyarlamak, bildiğimiz, deneyimlediğimiz, öğrendiğimizle harmanlamak gerek.
Ben ise en çok çocuklarımın eğitim müfredatı ve şeklini, yıllar arasındaki değişimi gözlemledim, Gel Oyna ile binlerce  çocuk, veli ve eğitmenle temas halinde oldum.  Ayrıca üretilen oyunun, oyuncağın geniş yelpazesini tanıyıp, ve onun geliştirici etkileşimi de sağlayıcı gücünü gördüm.
Yine Eğitimpedia’dan bir yazıdan alıntı:
“arastirma-erken-yasta-akademik-egitimin-uzun-vadeli-zararlari-bulunuyor/
Örneğin 1970′lerde Almanya hükümeti, büyük çaplı bir “karşılaştırma” çalışması yaptırdı. Bu araştırmada, 50 oyun odaklı anaokulu mezunu ile 50 akademik derslerle eğitim veren anaokulu mezunu karşılaştırıldı.[2] Derslerden elde edilen akademik kazanımlara rağmen akademik eğitim verilen anaokullarındaki çocuklar dördüncü sınıfa geldiklerinde, kullanılan tüm ölçme yöntemlerinde, oyun odaklı anaokullarından gelen çocuklara göre belirgin şekilde daha kötü bir performans gösterdiler. Özellikle okuma ve matematikte daha az ileriydiler ve sosyal ve duygusal olarak daha az gelişmişlerdi. Çalışmanın yapıldığı dönemde Almanya, kademeli olarak geleneksel oyun bazlı anaokullarından akademik odaklı olanlara geçiş yapıyordu. Kısmen bu araştırmanın sonucu yüzünden Almanya bu eğilimi tersine çevirdi ve tekrar oyun odaklı anaokullarına dönüş yaptı. Görünen o ki Alman eğitim otoriteleri, en azından o dönemde, günümüz Amerikan otoritelerinden farklı olarak eğitim ile ilgili bilimsel araştırmaları dikkate aldı ve onları eğitim uygulamalarını bilgilendirmek için kullandı.”

Şule Şenol’un notu:
Oyun ve sanat çocuğun kendini ifade biçimidir, aynı zamanda çocuğun somuttan soyuta geçişine yol arkadaşlığı eder.
Empati, arkadaşlık, sorumluluk gibi birçok şeyi çocuk oyun içinde öğreniyor. Çocuğun en sevdiği ise genelde oyunun, masalın içinde de gördüğü, hayvanlar, ve diğer canlılar, onlara merak hem bilimsel olana merakı, araştırmayı, keşfetmeyi, disiplinlerarası öğrenmeyi  teşvik ediyor, hem de duygusal gelişimine de katkıda bulunuyor. Yani birinci yazı ve ardından olan yorumda olduğu gibi; şayet çocuk zengin oyun, oyuncak dünyasını, kullanabileceği malzemeleri, tüm duyuları ile keşfeder, örneğin ahşap oyuncak yelpazesindeki, veya çevresindeki estetiği, davetkarlığı görürse üretir, türetir.

İkinci yazıda ise şöyle denmektedir. Çocuklarınızın dünyaya özgün fikirler kazandırmasını istiyorsanız, onları sizin değil, kendi tutkularının peşinden gitmeleri için rahat bırakmanız gerekiyor.
Çevreyi, malzemeyi keşfetmek, oynamak çocuğun en büyük tutkusudur..Bu keşifler tamamen içseldir çocuk için, çocuk doğrudan kendiliğinden oyunun içine girer,  ya da nesneleri, canlıları dokunarak, koklayarak, ses çıkartarak, gözlemleyerek keşfeder,ilgi duyar, daha kolay somutlaştırır. 
Çocuklar edinilmiş bilgiyi, somut olmayan bir bilgiyi somutlaştıramazlar, dolayısıyla bu bilgiler doğru bir şekilde içselleştirilemez, çocukları belirli kalıplar içinde düşünmeye sevk eder, hatta ileride dayatma bilgiyi de kabullenmeye sebebiyet verir.

Değerler eğitimi kimi zaman oyunla, yaratıcı drama ile de veriliyor. 
Değerler eğitiminin ne zaman verilmesi gerektiği, özellikle yakın tarih, din, vatanseverlik  eğitimine dair değerlerin  ne zaman ve ne şekilde verilmesine dair dikkat edilmesi gereken hususlar var.
Nazi dönemini yaşamış, bundan ders almış Almanya’daki müfredatta 11-12 yaşından önce  günümüzle ilişkilendirilecek bir tarih eğitimi verilmiyor. Ama lise 1 ve lise 2 de politika dersi var, ve yakın tarih de tartışılıyor, ama amaç orada aynı zamanda empati, duyarlılığı da geliştirmek ve çok yönlü bakmaya teşvik et. Benim kızımın İngilizce dersinde okuduğu “dalga” isimli bir tarih öğretmenin 15-16 yaşındaki öğrencileriyle yaptığı tehlikeli oyunu anlatan, gerçek bir yaşanmışlık hikayesi de müfredatın içinde örneğin. Çocukların gelişimsel tarafı dikkate alındığında lise 15 yaşlarındaki çocukların  bana göre de mutlaka okuması gerekiyor, veya filmini izlemesi.
Prof Dr. Mesude Atay ise Evrensel gazetesindeki röportajda  şöyle demektedir:
“Soyut kavramları öğrenme 11-12 yaşından sonra gerçekleşir yani bilişsel sistemin tam kapasite olarak çalışmaya başladığı düşünme becerilerinin daha karmaşıklaştığı yaş diyebiliriz. Çocuklar soyut kavramları, somut kavramlarla ilişkilendirerek yeni bir takım kavramlar üretmeye başlarlar. Dolayısıyla din olgusu içinde yer alan soyut kavramlar, vicdan, özgürük, vatan, ahlak, yurtdaş gibi diğer soyut kavramlar da 12 yaşından sonra çocuk tarafından anlamlandırılmaya başlar. Yalnız bu noktada, din öğretimi ve din eğitimi kavramlarının ayrı tanımları ve anlamları olduğu unutulmamalıdır. Din eğitimi sağlıklı aile yapısı içinde çocuğun, aileyi ve yakın çevresini gözlemleyerek, yaşayarak, katılarak, son derece keyifli, korkuya dayanmayan, aile içi ve yakın çevrede aldığı eğitimidir.”
Ayrıca
Yaratıcı Drama eğitmeni, Eğitimpedia yazarı Müşdat Ataman’ın yorumu:

Müjdat Ataman ve Değerler Eğitimi
Eğitim alanında sosyal medyada yapılan bir tartışmada değerler eğitimi tartışılırken, değerler eğitimini kendi bakış açımla eleştirip kimin değerlerine göre eğitim vereceğimizi sormuştum. Kimi din eğitimini mümkün olabildiğince erken yaşta vermeye çalışıyorken, kimi hiç din eğitimi olmamasını savunuyorken, kimi Atatürkçülük konularını her dersin içine yedirmeye çalışırken kimi bu konuların müfredatta belirli derslerde olmasını savunuyorken, kiminin erkek egemen dille hiçbir sorunu yokken kimi ötekilerin hakları konusunda mücadele ediyorken, kimi Nazım derken diğeri Necip Fazıl diye bastırıyorken, kimi Suriyelileri ülkede istemiyor kimi de Suriyeli çocukların eğitimi için çabalıyorken, memleket olarak herkes tarafından aynı şekilde sevilen ve değer verilen ortak bir sanatçımız bile yokken hangi değerlerin eğitimine kucak açmalıyız?
Değer kavramı çeşitli olaylar, olgular ve düşünceler karşısında bireylerin tepki ve düşünce birliği olarak belirtilir. Ülke olarak olaylar karşısında ortak tepkilerimizi ve ortak düşünce birlikteliklerimizi uzun süre önce yitirdik sanırım. Herkesin herkese düşman olduğu, herkesin herkesi ‘öteki’ olarak gördüğü bugünlerde toplumsal uzlaşılarımızın olmadığı değerleri çocuklara sunmaya çalıştığımızda, sosyal medyada karşılaştığımız gibi ortaya korkunç bir tablo çıkabilir. 
Ülkenin politikacıları birbiri için atıp tutabilirler, istediği gibi savaş çığırtkanlığı yapabilir, siyasiler kendi içinde istediği gibi nefret söyleminde bulunabilir. Halkın temsilcileri olan milletvekilleri bir diğerinin yok olmasını da isteyebilir. Bu sürtüşmelere ve tartışmalara gazeteciler, ekonomistler, kahvedekiler, işi eğitim olmayan herkes istediği biçimde katılabilir. Biz eğitimciler ise okulun girişinde durmalı ve politik görüşümüzü okulun dışında bırakarak içeri girmeliyiz.
Ülkemizdeki öğretmenlerin içinde Türkü, Kürtü, Ermenisi, Arabı, Çerkesi, Kafkası, Alevisi, Sunnisi, Hristiyanı, Protestanı, CHP’lisi, AKP’lisi, HDP’lisi, MHP’lisi, Yeşiller Partilisi, Erzurumlusu, Tekirdağlısı, Hataylısı, Tokatlısı, Diyarbakırlısı var. Her öğretmen kendi inanış, değer ve politik görüşünü öğrencilerine aktarmaya çalışırsa, bu görüş çerçevesinde sınıflarda sevmediği bir diğer görüşe inanan insanlarla ilgili nefret söylemine devam ederse, gelecekte dili, dini, ırkı ne olursa olsun bu ülkede barış içinde yaşayacak çocuklar hayal olacak. 
Biz çevremizi sahip olduğumuz değerlere göre algılıyor ve yargılıyoruz. Kişisel yaşantımızı da bu değerlere göre sürdürüyoruz. Eğitimci kimliğimizi ise kişisel değerler üstüne değil, evrensel değerler üstüne kurmalı ve okulda bunu yansıtmalıyız. Evrensel değerlerden vazgeçmek demek birlikte kardeşçe yaşayacağımız günlere veda etmek demektir. Robert Edgerton  evrensel değerler konusunda çalışmış, tarihte yaşamış üç yüz kadar uygarlığı incelemiş, bu uygarlıklar içerisinde kültürleri evrensel değerlerden yoksun olanların zaman içinde yok olduğu sonucuna varmıştır" Müjdat Atman

Şule Şenol'un notu:
Erken yaşlarda dini, milli değerleri öğretmeye çalışmanın, çocuğun bilinçli olmadan bir aidiyete tutunmasına, sebebiyet verir, çocuk Allah ve cezalandırma korkusu ile başa çıkmak zorunda kalabilir,  milli değerlere bağlanayım derken evrensel değerlerle ilişkisini zor kurar, tek tipciliği, tek tarafcılığı, tek liderciliği, tek adamcılığı anlayamasa da bunu ifade edemez , çocukların rol modele hep ihtiyaçları vardır, bu ailede anne, baba, okulda öğretmen olur, çocuklar ona anlatılan   lidere tapar . 
ve çevresindeki  herkesin taptığı düşüncesinde olduğu için taptığını zanneder Oysa sürekli kendi keşfeden çocuk, detayları görür, açık uçlu kavrar, öğrenir, öğrendiğini kullanır ve üstüne çocuklarda zaten var olan merak da eklenince öğrendiğini pekiştirmeye, analiz etmeye hatta ileri yaşlarda sentezlemeye başlar. 
Erken yaşlarda somutlaştıramadığı bilgiyi edinen çocuk ise merak etmez,  yaratıcılığını da geliştirebilmek için kullanamaz,   fakat  kabullenir ve -ki bence bu en önemlisi- ileride edinilmiş otorite olarak gördüğü tarafından  empoze edilmiş, dayatılmış  bilgiyi kabullenmeye ikna olur, çünkü henüz anaokul, ilkokula çağında somutlaştıramayacağı bir değerler eğitiminin parçası olur.
Ve bu ilerideki yaşlarda devam eder, ona dayatılanı  analiz etmez, doğruluğunu veya uygunluğunu sorgulamaz, dar çerçevede düşünür, bu da özgür ve  yaratıcı düşünceye de zarar verir, şekilciliğin esiri olur veya olabilir, çeşitlilik, çok seslilik yerine, hep bir ağızdan tek sesliliği benimser, büyük partilere, büyük gruplara, büyük STK lara eklemlenir, kendi sesini de duyurabileceği ufak yapılanmalar, örgütlenmeler oluşturmaya çaba sarf etmez..O büyük yapıların içindeki hiyerarşiden dolayı da kendini mutlu ve umutlu hissetmez. 
Oysa çocuk önce oyun içinde öğrenir, hayvanı, ağacı, çiçeği, bitkiyi sever, “ucu açık” ama bilimseldir çocuğun öğrendiği ve öğrenme şekli, bir öğretiden çok, biyoloji, doğa, çocuğun her zaman sevdiği, duyumsadığı, yaşayarak, tüm duyuları ile algıladığı, yaparak da deneyimlediği, keşfettiği, araştırdığı,ilişkilendirdiği  bilimi de dolayısıyla somutlaştırarak öğrendiği,   müfredat temaları olmalıdır, iyiyi kötüyü çocuk oyunla, dramayla, masalla öğrenir, duygularını, kendini oyunla, sanatla da ifade eder.
Bana göre değerler eğitimi ayrı bir ders olarak verilmemelidir, öğretmenin kişisel bakış açısını ister istemez aktaracağı bir eğitimdir değerler eğitimi. Ama yakın çevreyle, aileyle, arkadaşlarla  ilişkiler, duyarlılıklar küçük yaşta öğrenilebilir. Afrika’da  çocukların açlık çekip yaşamlarını yitirdiğini   anlattığınızı, çocuğun bunu kavradığını düşünürsünüz, ama içselleştirmesi mümkün değildir, ancak yakınında böyle bir vaka gözlemlerse farkına varır. İşte zaten bunlardan dolayı da örneğin çatışma bölgelerinde yaşayan çocukların travma yaşadıklarını bilerek, onlarla oyunla, sanatla terapötik çalışmalar yapılmalıdır.

     Yazı devam edecek…..Bir ufak ara..Yorumunuzu beklerim.

                                                                        Şule Şenol

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder